DOĞU ANADOLU GEZİSİ - Gökkuşağı Şemsiyesi

Gökkuşağı Şemsiyesi


2 ay boyunca, gidebilecek miyim gidemeyecek miyim derken, Doğu Anadolu gezimiz oldu ve bitti. 4 gün ne zaman geçti hiç anlamadım ama dönüp fotoğraflara baktığımda; bu 4 güne epeyce şey sığdırdığımızı görüyorum. İyi ki de gitmişim. Çok keyifliydi ve bir hayalim daha gerçek oldu böylece. Ve bir kez daha anladım ki kıymetini çok da bilemediğimiz bu memleketin her köşesi ayrı bir değer; tarih var, coğrafi güzellikler var, spor isteyene spor, yemek isteyene yemek var, farklılık isteyene çeşit-çeşit kültür var.


Gezi planımızda; Muş Hava Alanı’ndan başlayıp, Kars Hava Alanı’nda sona ermek üzere; Bitlis’te Büryan Kebabı ziyafeti; Tatvan’da Nemrut Krater (Kaldera) Gölü tırmanışı; Van’da Akdamar Adası’nda Akdamar Kilisesi, Erçek Gölü ve Muradiye Şelalesi ziyaretleri; Ağrı, Doğubeyazıt’ta İshak Paşa Sarayı ziyareti ve Ağrı Dağı’nı dünya gözüyle görüş; Sarıkamış’ta, Katarina’nın Av Köşkü, Şehitlikler ve Kayak Tesisleri; Kars’ta ise Ani Örenyeri gezisi vardı. Bunların hepsini hatta daha fazlasını 4 günlük gezimize sığdırdık.

Geziyi, tecrübeli rehberimiz Birol Emekdaş düzenliyordu. Toplam 9 kişiydik ve son anda iptal eden kadınlardan ötürü gezideki tek kadın bendim. Ben ilk kez geliyordum buralara ama bazı katılımcılar, daha önce de gelmişlerdi. Gezi boyunca onların da tecrübelerinden ve daha önceki izlenimlerinden de faydalandık. Tekrar görecek olanlar da dâhil, hepimiz son derece meraklıydık ve göreceğimiz yerler için heyecanlıydık.

Birçok katılımcı vardı ama gezimizin başrolü, rehberimiz Birol Abi’nin uzun uğraşlar sonucunda edindiği “Gökkuşağı Şemsiyesi”nindi. Nedenini ilerde anlayacaksınız.

Muş Hava Alanı’nda bizi karşılayan araca binip, doğruca kahvaltıya gittik. Kahvaltı mekânımız, Bitlis'te bir Büryancıydı; Büryancı Vahit Usta. Önce kahvaltı ve Büryan ne alaka dedim ama öğrendim ki bu nefis yemek, sabahın erken saatlerinden öğleye kadar servis edilirmiş. Keçinin tandır fırınında yaklaşık 2 saatlik pişirilmesi ile yapılıyormuş. Tandır fırınını gördüm; nerdeyse 2 metre derinliğinde ve 1 metre çapında bir kuyu; zemininde iki büyük kazan var; en üstte ise girişi ikiye bölen metal bir boru; 20 tane keçiyi aynı anda pişirebiliyorlarmış. Pişirme mantığı, günümüzün düdüklü tencerelerine benziyor; kazanlara doldurulan suların buharı sayesinde pişme gerçekleşiyor; tabii bunu sağlamak için kuyunun kapağı çamurla sıkıca perçinleniyor. Ben, bayıla-bayıla yedim. Mayıs ayında, keçilerin daha körpelerinden yapılmış olanları, ağızda dağılan formda yemiş olanlar ise biraz sert buldular. Tabii yediğimiz keçi 2 yaşındaymış. Bu Büryan’ı yemek için oralara kadar gidilir mi diye geçiyorsa aklınızdan, bence gidilir ama başka bir şansınız daha var; Feshane’deki etkinlikler kapsamında İstanbul’a da geliyorlarmış.

Büryan’dan sonra, ballı kaymakla kahvaltımızın kapanışını yaptık ve düştük Nemrut Krater (Kaldera) Gölü’nün yoluna. Kaldera; yanardağın sönme evresinde, yanardağ ağzında oluşan gölet demekmiş ve Nemrut Kaldera Gölü, dünyadaki ikinci büyük kalderaymış. Nasıl heyecan verici, değil mi? Dünyadaki nadide doğal oluşumların ülkemizde kısa mesafelerle ulaşılabilecek olması. Bu düşüncelerle Göl’e doğru yola devam ettik; yükseldikçe tipi başladı ve giderek de arttı. Tabii Kasım ayının sonundaydık ve kış geç bile kalmıştı aslında. Henüz yolu yarılamamıştık ki araç durdu. Aracın donanımı devam etmeye uygun değildi; bir şeyleri göze alıp devam etsek bile dönemeyebilirdik. 

Araçtan inip, tipide birkaç fotoğraf aldıktan sonra içimiz burkularak geri döndük. Sonra teknoloji sayesinde; yerli bir rehber olan Ahmet Sönmez’in meşhur Nemrut Gölü fotoğrafını gördük ve burkuntumuz üzüntüye dönüştü; muhteşem bir manzaraydı. İki göl vardı; biri yeşil, biri mavi; mavi olan soğuk, yeşil olan sıcak su. Sıcak gölü duyunca görüntü dışında yüzme aktivitesi de işin içine giriyordu ve Göl daha da cazip hale gelmişti ama hevesimizi başka bahara erteleyerek, aslında planda olmayan Ahlat’a gitmeye karar verdik. İyi ki de böyle bir karar almışız. Bir kaç kümbet ve tarihi camiyi ziyaret ettikten sonra Ahlat yoluna vurduk.

Ahlat’ta Selçuklular’dan kalma, geniş bir alana yayılmış mezarlığı gezdik. Mezarlık ve gezmek aynı cümlede biraz garip görünüyor ama bu gezinti bana sanki zamanın içinde yolculuk yaptırdı. Mezarlığın geniş bir alanda olması, etraftaki yeni yapılaşmayı engellediği için, bugünden koptuğumu hissettim. Ayrıca mezar taşları ve kimi mezarların kabir bölümlerindeki taş işlemeler, renklerin uyumu ve bugüne kadar korunmuş olmaları da onları zamansızlaştırmıştı sanki. Bolca fotoğraf çekerek, biz de iyice ölümsüzleştirdik, zamandan bağımsız duran bu mezarlığı.

Selçuklu Mezarlığı

Artık Van’a gitme zamanı gelmişti. 3 saatlik bir yolculuktan sonra Van’a vardığımızda, akşam saatleriydi ve yorgunduk. Otelimize yerleşip, akşam yemeğine kadar dinlendik. Sabah yediğimiz Büryan öyle tok tuttu ki yemek yiyecek halimiz kalmamıştı aslında ama konakladığımız Büyük Urartu Oteli’nde akşam yemeği açık büfeydi ve görüntü cezbediciydi. Özellikle yöresel çorbası çok lezzetliydi ve sohbetle birleşince daha da güzelleşti. Yemekten sonra Van’ın meşhur Rus Pazarı’nı gezmek için çıktık ama kapanmıştı. Urartu takılarının satıldığı bir gümüşçüye gittik; Urartu sembollerinin kullanıldığı çok çeşitli ve orijinal takılar vardı; fiyatlarının pahalı olmasına rağmen, meraklılarının hiç düşünmeden, bunlardan edinmek isteyeceğine eminim.

Sabah ilk olarak Van Gölü’nün ortasındaki Akdamar Adası’nda bulunan ve Ada’yla aynı ismi taşıyan, Akdamar Kilisesi’ne gittik. Ada’ya ulaşım motorlarla sağlanıyordu. Bir ara Kaptan’ı izlerken, ben de kullanabilir miyim diye geçti içimden. Kaptan’a söyledim, yapabilir miyim diye; o da araba gibi dedi ama adam nerden bilsin benim araba kullanmayı bilmediğimi. Ona rağmen bana izin verdi ve araba bile kullanmadan deniz motoru kullanmış oldum; göründüğü kadar kolay olmadığını söylemem lazım ama güzel bir anı oldu benim için. 

Ada’ya vardığımızda; badem ağaçlarının arasına kurulmuş 1100 yıllık bir yapıyla karşı karşıyaydık. Yöreye has taşlardan yapılmış olan bu Ermeni Kilisesi’nin restorasyonu, 2005-2007 yıllarında yapılmıştı ve Ada’da huzur içinde dinleniyor gibiydi. Biz de bu huzuru yaşamaya ve görüntülemeye çalıştık. İşte, Rehberimiz Birol Abi’nin uzun uğraşlar sonucunda edindiği “Gökkuşağı Şemsiyesi”nin macerası da böylece başlamış oldu. Birol Abi, Şemsiye’nin fotoğraflara can katacağını söylüyordu. Sonuçları gördüğümüzde gerçekten öyle de olduğunu anladık. Kilise’nin çevresinde birkaç fotoğraf çekildikten sonra; yukarıdan daha iyi fotoğraflar almak umuduyla, Kilise’nin hemen yanındaki kayalık tepeye tırmandık. Üstelik ben de 2 günlük modellik deneyimimle, iyice fotomodel havalarına girmiştim; dur-dur, kafanı çevir, az geri, az ileri, gül, şuraya bak, komutlarına alışmıştım. Hatta yakalamak istediğimiz bir enstantane için katılımcılardan Cengiz Abi ile iki kişilik bir ekip bile olmuştuk; birimiz görünmeden şemsiyeyi çevirirken, birimiz de kameraya poz veriyordu; çok eğlenceliydi. Sanki bir dergiye çekim yapıyorduk, aşmıştık kendimizi acemi modeller olarak. Şemsiye o kadar can kattı ki o sadeliğe, sonraki fotoğrafların da başkahramanı oldu; tabii benden sonra, yoksa önce mi? :)

Akdamar Kilisesi

Tepedeki fotoğraf çekimimiz de tamamlanınca, Kilise’nin içini görmek üzere aşağıya indik. Aşağıda bıraktığım eşyalarımı almak üzere Kilise’nin arka tarafından dolandım; oraya kadar gitmişken de geri dönmek istemedim, nasılsa bir giriş bulurum dedim. Vee arka kapıyı da buldum; kapalı olduğunu görünce, önce ana girişe yöneldim ama sonra içerden gelen sesleri duyunca, biraz da muziplik olsun diye kapıyı çaldım. İçerdekilerin şaşkın sesleri geliyordu dışarıya; biri, Arzu gelmiştir deyince, bekçi kapıyı açtı; efenim, bu kapı normalde kullanılmazmış ama benim için ilk defa özel olarak açılmış… :) Kilise’nin içindeki ikonlar, bir çok yerde olduğu gibi epeyce tahrip edilmişti ama yine de çok güzeldi. Kilise’nin içini, dışını, tepesini iyice bir fotoğrafladıktan sonra rotamızı önce Erçek Gölü’ne çevirdik ve burada kısa bir fotoğraf molasının ardından, Muradiye Şelalesi’ne doğru yola koyulduk.

Kısa bir süre sonra da genişçe bir alandan dağınık bir şekilde Bendimahi Çayı’na akan Muradiye Şelalesi’ne vardık. Asma bir köprüden, Şelale’yi tam karşıdan görmek için Çay’ın diğer yakasına geçtik. Suyun her zaman, hem korkutan hem de huzur veren sade güzelliğini bir süre seyredip, meşhur Şemsiyemiz’in yardımıyla güzelleştirdiğimiz fotoğraflar aldıktan sonra rotamızı Doğubeyazıt’a çevirdik.

Muradiye Şelalesi

Öğleden sonra Doğubeyazıt’a varmıştık; burada göreceğimiz güzellik, gezimizin başlıca amaçlarından olan Ağrı Dağı’ydı. 5000 küsur metrelik, efsanelere konu olmuş, heybeti görenleri hayran bırakan, dağcıların en önemli zirve tırmanışlarını yaptığı meşhur Ağrı Dağı. İlk olarak yemek yemeye ardından yine gezimizin diğer önemli hedeflerinden olan İshak Paşa Sarayı’nı görmeye, sabah erkenden de Ağrı Dağı’nı görmeye karar verdik. Rehberimiz Birol Abi, enteresan bir lokanta bulmuştu bizim için. Turistlerin uğrak yeri olan Asmalı Konak Lokantası. Mekân öyle enteresandı ki tarifini nasıl yapsam bilemedim ama anlatmaya çalışayım; içeride hangi doğal yapıdan örnek alındığı anlaşılmayan kale tasvirleri, taşlarla döşenmiş ve renkli boyanmış duvarlar, hayvan heykelleri gibi birbirinden bağımsız bir sürü oluşum vardı. Öğle yemeği olarak, lahmacun ve Adana Kebap yedik, yanında açık ayran içtik; fena değildi. Akşam yemeğimizi de burada yemeye karar verdik. Yöresel yemek olarak Abdigor Köfte’yi önerdiler. Dananın sırt etinin dövülüp macun haline getirilmesinden sonra soğan katılarak yoğrulup, yumruk büyüklüğünde toplar halinde haşlanarak yapılıyormuş; böyle anlatılınca cazip geldi, yapılması uzun sürdüğünden, hemen siparişlerimizi verdik ve İshak Paşa Sarayı’nı görmek üzere bu ilginç mekândan ayrıldık. Yol üstünden de görülmekte olan Saray, bir tepeye kurulmuştu, kısa bir süre sonra Saray’a vardık. Restorasyonundaki olmazlara rağmen, taş işçiliğinin önemli örneklerinden olan yaklaşık 250 yıllık yapı epey heybetli görünüyordu. Lale Devri’nin son büyük anıt yapısıydı ve Türklere özgü tarihi sarayların nadide bir örneğiydi. Giriş kapısının güzel taş işlemelerinin fotoğrafını çektikten sonra, odalarında, salonlarında dolaştık ve oralarda da güzel fotoğraflar çektik. Çok büyük bir Saray değildi ama yamaçlarında tebaasının yaşadığı bir devlet mekânıydı sonuçta ve bulunduğu coğrafyayla olan bütünlüğü ile zamanının taş ustalarının becerilerini bizlere kadar getiren süslemeleri etkileyiciydi. Burada da şemsiyeli, şemsiyesiz fotoğraf çekimimiz bittikten sonra Saray’ın biraz daha yukarısında kalan tarihi Cami’yi görmeye gittik. Halen kullanıma açık olan Cami’den de yine İshak Paşa Sarayı’nın fotoğraflarını çektik. Cami’nin merdivenlerini çevreleyen duvarlardan atlayarak bir de maximum fotoğrafı çekip, İshak Paşa Sarayı’na farklı bir yorum getirerek, bu tarihi yapıda bir tarih de biz yarattık.

İshak Paşa Sarayı

Zamanın kısıtlı, görülecek yerlerin de çok sayıda olması yöre halkı ile haşır neşir olmaya vakit bırakmadı. İshak Paşa dönüşünde; gezinin tek iletişimini, bahçesinde tezek yığınlarının olduğu evin çocukları ile kurduk. Saçlar jölelenmişti; söylediğine göre akşam düğüne gidilecekmiş, çok mutluydu. Çocuk her yerde çocuktu, şartlar ne olursa olsun, saftı, güzeldi. Tezeklerle, sevimli delikanlıyla, samanlarla ve naylondan yapılmış penceresi olan evin önünde fotoğraf aldıktan sonra çarşıya geri döndük.

Çarşıda bir süre civar ülkelerden gelen ürünlerin satıldığı pasajları dolaştıktan sonra akşam yemeğimize kadar otelimize çekildik. Butik Ertur Otel, Doğubeyazıt koşullarında çok iyi bir oteldi. Aksam yemeği için; öğleden siparişlerimizi verdiğimiz Abdigor Köftelerimizi yemek üzere, enteresan dekorasyonlu lokantamız olan Asmalı Konak’a gittik. Bizim için sedirli alanı ayırmışlardı. Abdigor Köftelerimiz geldi. Tadını beğendiğimi söylemeyeceğim. Ancak benim dışımdakiler yediler. Köfte, yöreye has bir pirinçten yapılmış pilav ile servis edilmişti. Hepimize farklı gelen bu pirinç, katılımcılardan Gürcan Hoca’nın çeltik üretimi ile ilgili tecrübe ve bilgilerini bizimle paylaşmasına vesile oldu. Sonunda hangi marka pirincin daha sağlıklı olduğunu öğrendik. Yemekten sonra tekrar pasajları gezip, Ahmedi ve Mahmudi isimlerini verdiğim ithal çaylarımızı alıp, otelimize geri döndük. Ertesi gün, büyük bir gün olacaktı, çünkü Ağrı Dağı’nı dünya gözüyle görebileceğimiz bir köye gidecektik. Hava güzeldi, böyle giderse, Ağrı Dağı’nın güzel manzarasını rahatça görebilecek ve güzel fotoğraflar alabilecektik. Kahvaltı öncesi köye gidip, dönüşte kahvaltı etmeye karar verdik ve dinlenmeye çekildik. Sabah, büyük bir heyecanla hazırlanıp lobiye indim ki ne öğreneyim, hava muhalefeti nedeniyle, Ağrı Dağı planı iptal olmuş. Tabii hepimiz hayal kırıklığına uğradık ama her gezide olabilecek şeylerdi bunlar. Burası Türkiye’ydi ve dört mevsimi bir günde yaşamak bile mümkündü. Kahvaltıya kadar tekrar dinlenmeye çekildik. Kahvaltı sonrası artık Kars’a doğru yolculuğumuz başladı.

Iğdır üzerinden Kars’a gidecektik ve 4 saatlik uzun bir yolculuk olacaktı. Karlı dağları ve meşhur geçitleri geçecektik. Ağrı Dağı’nı bir şekilde görebilme ümidimiz de bizimle birlikteydi; özellikle de katılımcılardan Korkut’un bakışlarında… Buradaki coğrafya çoraktı. Tepelerde; bırakın ağacı ot bile yoktu nerdeyse. Düzlüklere kurulmuş köylerdeki ahırlardan, halkın geçiminin hayvancılık olduğu anlaşılıyordu. Kurak tepelerde; 400-500 koyunluk sürüler karınca gibi yayılmış, boğaz kavgası veriyordu. Yolun alt tarafında kalan bir köyün resmini çekmek üzere indik araçtan. Biz, toplu bir görüntü veren köyü fotoğraflarken, katılımcılardan Bora Abi, biraz daha yukarıda kalan köyün detaylarına inmişi. Köylü bir kadının, evinin çatısındaki su deposunu doldurduğunu görmüş, hem biraz sohbet etmiş hem de fotoğraflarını çekmişti. Aynı evin çocukları da evin kapısında ona poz veriyorlardı; rengârenk giysileri ve en doğal halleriyle. Bora Abi, daha ziyade kadın portresi çekmeyi tercih ettiğini ve her kadında mutlaka kendine has güzel bir yan olduğunu söylüyordu; bunu görebilmek, keşfetmek meziyetti tabii. Tepeler, köyler, kadınlar, çocuklar derken; yol boyunca arada bir “işte Ağrı Dağı” gibi nidalar geliyordu Korkut’tan ama onlar Ağrı Dağı değildi işte...

Sonunda ara durağımız olan Iğdır’a varmıştık. Öğlen mangal yapmaya karar verdiğimiz için etlerimizi buradan aldık. Bu vesileyle de bu sevimli doğu şehrini görmüş olduk. Bir süre şehir merkezinde, Birol Abi’nin etleri temin etmesini bekledikten sonra Sarıkamış’a doğru yola devam ettik. Artık rakım yükselmeye başlamıştı ve kar artıyordu. Buradaki dağların batıdan bir farkı da yollarda uçurumların olmayışıydı. Yükseliyorduk ama yol kenarları uçurum değildi ve yükselmişiz gibi gelmiyordu, bu da güven veriyordu. Yol boyunca yine manzarasını beğendiğimiz ve Ağrı Dağı sandığımız dağları gördüğümüz yerlerde fotoğraf molaları verdik. Ağrı Dağı’nı göremesek de bembeyaz karlı dağların üzerinde bulutların olağanüstü dağılımını görerek yolculuk etmek çok keyifliydi. Ayrıca yol boyunca, sağ olsun katılımcılardan Tayyar Abi, bana fotoğraf çekimiyle ilgili bazı tüyolar verdi; çektiğim fotoğrafları eleştirerek iyileştirmemi de sağladı. Fotoğraf işinde tekniğin önemli olduğunu ama bir o kadar da fotoğrafı çekilecek karenin keşfedilmesi için bakan gözün önemli olduğunu söylüyordu. Ayrıca bana panoramik fotoğraf çekimini de gösterdi. Benim telefonumda da bu seçenek varmış; özellikle geniş açılı manzara çekimleri için kullanılıyormuş. Denedim ve hoş manzara fotoğraflarım oldu. Ah bir de Ağrı’yı görüp çekebilseydik fotoğrafını…

Yola devam ederken karlı dağlarda yiyecek arayan bir sürü de tilki gördük, tabii kendilerinin birkaç kare de fotoğrafını çektik. Kaptanımız için oldukça doğal olan bu görüntüler, bizler için bir o kadar özeldi. Tilki fotoğraflarını, Tayyar Abi’nin facebook hesabından gören arkadaşları da bu duruma yoğun ilgi göstermişlerdi.

Sarıkamış’a vardığımızda gerçek bir soğukla karşılaştık ama havası çok temizdi. Şehrin içinde gördüğümüz Cağ Kebapçıları açlığımızı hatırlatsa da önce gezilecek mekânları görüp sonra yemek yemeye karar verdik. İlk olarak şehir içine çok yakın olan Şehitliği ziyaret ettik; şehitleri anma törenlerinin yapıldığı sade bir anıttı. Hemen ardından; buradaki meşhur tarihi yapılardan olan “Katerina’nın Av Köşkü”nü yakından görmek üzere araçtan indik ve karda epeyce yürüdük. Bir süre sonra önümüze çıkan dere daha fazla devam etmemizi engelledi. Bulunduğumuz mesafeden karlar içindeki Köşkü fotoğrafladık. Şemsiyemiz ve maximum atraksiyonumuz, Köşk’e de yapacağını yaptı tabii ki… Artık iyice acıkmıştık; şehrin içine girince gördüğümüz Cağ Kebapları’nda aklımız kalmıştı. Oysa öğle yemeği planımızda mangal ziyafeti vardı. Doğrusu, Cağ Kebabı’nı daha önce yemediğim için merak ediyordum. Neyse ki sonunda karar verildi ve girdiğimiz Cağ Kebapçısı’nda aldığımız etlerden pide yaptırdık; isteyen pide, isteyen kebap, isteyen ikisini de yedi. Cağ Kebabı, kuzu etinin yatay döner gibi odun ateşinde pişirilmesiyle yapılıyor; bir sişe dönerden kesilen küçük parçalar takılıyor ve odun ateşinde bunlar iyice pişirildikten sonra servis ediliyordu. Daha sonra pide de yiyeceğim için, Kebap’tan tadımlık bir parça yedim ve çok beğendim. Bazılarımız Kebap’ı tercih ettiği için, pidelerden bir kısmı da kalmış oldu; ne olur ne olmaz, bu karlı dağlarda olur da aç kalırsak diye, kalan pideleri de paket yaptırıp, düştük Sarıkamış Kayak Tesisleri’nin yoluna. Eski ve yeni epeyce otel vardı, kayak severler için. Karlarla kaplı manzarayı seyrederken, bir ara Ufuk’un kendi etrafında döndüğünü fark ettik. Elinde monopota takılmış bir kamera vardı ve hem manzarayı hem de kendini fotoğraflıyordu; hem komik hem de çok akıllıca bir buluştu. Bir süre gülüştük bu duruma ama fotoğraflar güzel olmuştu. Kayak tesisi ziyaretimizden sonra artık son durak yerimiz olan Kars’a doğru yola devam ettik. Yine karlı yollarda, yine fotoğraf çekerek, yine güzel manzaraları seyrederek ve yine Ağrı Dağı’nın seraplarını görerek, az gittik, uz gittik ve sonunda Kars şehir merkezine vardık.

Katerina'nın Av Köşkü

Yolda bir ara Birol Abi’nin arkadaşı Gülsevil aradı; o da Kars’taymış. Geziye gelmek isteyip gelemeyince, bireysel olarak 2 günlüğüne Kars’a gelmiş. Birol Abi, bize katılmasını teklif etti; o da akabinde Kars’ta güzel, müzikli bir mekân keşfettiğini, istersek akşam için yer ayırtabileceğini söyledi. Tüm ekip kabul etti ve yemek sonrası Karstore’a gitmeye karar verdik. Kars’a vardığımızda akşamüstüydü ve sadece şehir müzesini gezmek için vakit vardı. Bu sırada Gülsevil de bize katılmıştı ve artık bir kadın daha vardı ekipte; sıcakkanlı, güler yüzlü biriydi, hemen kaynaştık. Önce Müzenin Bahçesinde sergilenen Kazım Karabekir Paşa’nın tren vagonlarını, sonra da Müzenin içini gezdik. Urartu ve Selçuklu dönemlerine ait eserler ile etnografik eşyaları gördük.

Tarihi yapıları görmek, onların içinde bulunma ve oradaki yaşamlara katılma arzusunu da beraberinde getiriyor bende. İşte bu gezimizde; tarihi mekânları görmek ve fotoğraf çekmenin yanı sıra, onlardan birinde konaklama imkânı da bulduk. Nasıl mı? Kars’ta kaldığımız Otel Cheltikov, yaklaşık 150 yıllık Rus yapımı bir binaydı. İki katlı, uzun taş yapının girişi ortadaydı ve hafif bir kubbesi vardı. Ayrıca giriş kapısının üzerinde bir de küçük balkon bulunuyordu; pencerelerinin üzerindeki taş işlemeler binaya hoş bir hava katıyordu. Yüksek tavanlı ve en az yarım metre genişliğinde duvarları olan yapının, giriş katında bekleme salonu ve restoran bulunuyordu. Girişin hemen karşısındaki merdivenlerin genişliği ve yüksekliği idealdi, korkuluklar ise ferforje olarak yapılmıştı ve süslemeler sade taş yapının bu naifliğini destekler tarzda, tam yerindeydi. Yine tavanlardaki kahverengi ahşap süslemeler ve avizeler de sade bir elbiseye nazikçe hareket katan mücevherler gibiydi ve restore edilmiş olmasına rağmen, orijinalliği bozulmamış gibi görünüyordu. Öte yandan; odalar kaliteli malzemelerle döşenmiş ve güzel bir ışıklandırma sistemi kurulmuştu. Kars’ın ilk konservatuar binası olarak bilinen yapı, Cumhuriyet’in ilanından sonra hastane, doğum evi ve hekim evi olarak kullanılmış; günümüzde yatırımcısı tarafından restore edilip, otel olarak hizmete açılmıştı. Şimdi de biz binanın başka bir tarihini oluşturmak üzere buradaydık; bu özel mekânda konaklayacaktık. Bu tarihi otelde, geçmiş yaşantıları düşünerek, dinlendikten sonra, başka bir tarih yolculuğuna çıkmak üzere, otelden ayrıldık; bu defa yolculuğumuz yörenin lezzet tarihineydi. Yörede yüz yıllardır yapılmakta olan lezzetleri tadacaktık. Buradaki kadim halkın, coğrafyasındaki ürünleri değerlendirerek nasıl tatlar ürettiğini yaşayarak görecektik.

Otel Cheltikov

Birol Abi, Kars’a has yemeklerin yapıldığı Hanımeli Restoran’ı seçmişti bizim için. Restoran’ın camında yazan yazı oldukça iddialıydı; "Tek rakibimiz anneniz…" yazıyordu. Göreceğiz dedim içimden. Restoran sahibi Dilek Hanım, tek bir yemektense, farklı çeşitlerden azar azar yememizi önerdi; bize de makul geldi. Önce güzel bir yöresel çorba geldi; otlu ve erişteli, nefisti. Arkasından Acem Pilavı geldi; sütle pişirilmiş bir pilav ve safranla kavrulmuş etler, kuru üzüm eşliğinde servis edildi; e bu da güzeldi. Sonra Doğubeyazıt’ta deneyip çok da hoşlanmadığım Abdigor Köfte’nin başka bir yorumu diyebileceğim Erivan Köfte geldi, bu defa bayıla-bayıla yedim. Hemen herkesin bildiği, bu yörede meşhur olan kaz eti de servis edildi. İlk kez yedim, onu da beğendim. Bu arada yemeklerle birlikte Dilek Hanım’ın babaannesinin tarifi olan içecek, Reyhane ikram edildi ki çok çok lezzetliydi. Yapılışı da çok kolaydı; reyhan otunun sıcak suyla demlenmesinden sonra, isteğe göre şeker ve limon suyu ilave edilerek hazırlanıyordu; şarap renginde hoş kokulu nefis ve de sağlıklı bir içecek oluyordu. Siz de mutlaka deneyin, tavsiye olunur. Son olarak, Erişte ile yemeğin kapanışını yaptık. Hepsi gerçek ev yemeği tadındaydı ve "Tek rakibimiz anneniz…" iddiasını kanıtlıyordu. Meşhur gurme Vedat Milor da gelmiş buraya; “bilmeden ağırladık onu” diyordu işletmeci Dilek Hanım. Tatlı faslına sıra gelince; Dilek Hanım, buraya has bir tatlı olmadığını ama istersek Gafil Konak tatlısını 10 dakika içinde yapabileceğini söyledi. Çok özellikli olmayan bu tatlı, yörede zamansız gelen misafirlere, her evde bulunan malzemelerden yapılırmış. Unun yağda kavrulup, pişirme işlemi safranla sonlandırıldıktan sonra, üzeri bal ya da başka bir tatlı malzeme ve 7 çeşit baharat karışımı ile süslenerek yapılıyordu. Bizzat izledim yapılışını, çok kolaydı, hem de çok hafif bir tatlı çıktı ortaya. Tatlımızı da keyifle yedikten sonra önceden rezervasyon yaptırdığımız Karstore’ye doğru çıktık yola.

Dışarıda sıcaklık -5 dereceydi. Biraz da üşüyerek, Karstore’ye vardık. Kars’ın merkezindeki tarihi binalardan biri, bar olarak düzenlenmişti ve yöresel müzik yapılıyordu. Biraz müzik dinleyip, bir şeyler içtikten sonra, mekândan ayrılıp, daha da soğumuş olan havada yürüyerek, otelimize vardık ve dinlenmeye çekildik. Uyandığımız sabah, artık dönüş günüydü; planda kahvaltıdan sonra Ani Örenyeri gezisi ve alış-veriş vardı. Uçağımız öğleden sonra olduğu için hızlı hareket etmeliydik. Kahvaltı sonrası Ani Örenyeri’ne doğru yola koyulduk. Yolda giderken birden Birol Abi’nin sesiyle irkildik; “bakın Ağrı Dağı, yanındaki de Küçük Ağrı” dedi. Hepimiz dikkat kesildik. Araç durdu, indik, evet oydu, Korkut’un rüyası gerçek olmuştu. Biraz sisli, puslu da olsa Ağrı Dağı’nı hem de Küçük Ağrı’yı dünya gözüyle görmüştük. Masalsı bir heybeti vardı, muhteşemdi, ününü hak ediyordu. Fotoğraflarını aldık ve gözden kayboluncaya kadar onu seyrederek yola devam ettik. Artık son tarihi mekânımız olan Ani Örenyeri’ni görecektik. Burası; zamanında 150 bin kişinin yaşadığı bir şehirmiş. Ermenistan sınırında, hatta bir bölümü Ermenistan’da idi. Aras Nehri’nin Arpa Çay kolu da bugünkü Türkiye-Ermenistan sınırı boyunca uzanarak, şehre ayrı bir coğrafi boyut katıyordu. Mağralar, kiliseler, camiye dönüştürülmüş kiliseler, türbeler, bakireler manastırı gibi, halen ayakta olan birçok yapı vardı. Vaktimiz ölçüsünde çoğunu gezdik, fotoğrafladık. Kar altında daha bir güzelleşen bu tarihi şehri gezmek de kapanış için oldukça hoş oldu. Buradaki gezimizde de Şemsiyemiz’in fotoğraflara olan faydasını iyice pekiştirdik.

Şehre döndüğümüzde; Kars’ın meşhur peynirlerinden ve balından almak üzere, mağazalara gittik ve yemeklik, hediyelik alış-verişimizi yaptık. Sonra doğruca hava alanına… Havaalanında fotoğraflara bakarken; hem yakalanmış olan enstantaneleri, hem de gezdiğimiz mekânları tekrar gördükçe, geziye gelebildiğime bir kez daha sevindim.

Düşünün işte; sadece 4 günde, 5 farklı ilde, pek çok tarihi mekânı ve coğrafi oluşumu, ikliminin güzelleştirdiği doğal halleriyle izleme imkânımız oldu. Daha uzun bir zamanda, halkı ile de daha fazla zaman geçirecek şekilde tekrar gitmeyi çok isterim. Mesela bir evde başka bir ilden gelmiş bir akraba gibi konuk olarak kalmak, yaşamlarına katılmak, birkaç günlerini onlar gibi yaşamak, onlar gibi düşünmek, kaygılanmak ya da sevinmek, güzel olmaz mı?

Arzu Sert – Kasım 2013

Fotoğraflar: Birol Emekdaş

                  Arzu Sert  


Gezi Güzergahı (Kaynak: Google Maps)

A: BİTLİS BÜRYANCI VAHİT USTA, B: NEMRUT GÖLÜ, C: AKDAMAR ADASI ERMENİ KİLİSESİ, D: ERÇEK GÖLÜ, E: MURADİYE ŞELALESİ, F: İSHAK PAŞA SARAYI, G: KATERİNA'NIN AV KÖŞKÜ, H: ANİ ÖREN YERİ, I: KARS HAVALİMANI

Yorum Gönder

3 Yorumlar

  1. Harika bir gezi olmuş ben okurken içinde hissettim kendimi aynen yaşamışcasına güzellikleri gördükçe sıkıntıları unutmuşsunuzdur geriye akılda kalan taze anılar bu zamana kadar taşımıştır yüreğinize sağlık ,gezileriniz bol yüreğiniz ferah olsun Arzu hanım ������

    YanıtlaSil
  2. Merhabalar.
    Gezmeyi ve gezi yazılarını incelemeyi seviyorum. Gezi arşivinizden Bitlis'i seçmiştim. Çünkü ben askerliğimi Bitlis-Tatvan-Sorgun mezrasındaki bir askeri birlikte tamamlamıştım. Gezi güzergahınız boyunca paylaştığınız izlenimleriniz gerçekten çok harikaydı. Kaleminize, emeğinize ve yüreğinize sağlıklar dilerim. Bu gezi planını gerçekleştirmek ve geziyle ilgili notları almak, fotoğraflarını çekmek, daha sonra bunları bir kurguılama yoluyla biraraya getirmek için bir hayli çalışmak ve efor sarfetmek gerekiyor.

    Akdamar adasındaki Ermeni kilisesi ile ilgili benim de blog sayfamda bir yazım var. Benimki gezi ile alakalı olmayıp, Türk Hükümetinin Ermeniler için paralar harcayarak bu kiliseyi ayin yapmaya uygun restarasyon çalışmalarını gerçekleştimiş olmasına kızıyorum. Tarih sayfaları arasında saklı kalmış Akdamar adası ve kilisesinin hikayesine bir bakmak lazım.

    Birinci Dünya Savaşı sırasında Van'ın Zeve köyü halkı, kadın, çocuk ve yaşlı demeden Ermeni çeteciler tarafından öldürülmüştü. Bununla yetinmeyen Ermeniler, kilisenin de üzerinde bulunduğu Akdamar Adası'nı "Türk kadınlarına tecavüz adası"na çevirmiş, yüzlerce kadın bu zillete dayanamayıp gölde intihar etmişti.

    İşte ben bu zulme dayanamıyorum ve Ermeniler için ülkemizde yapılan her şeye karşı çıkıyorum. Yapılan işlerden tiksiniyorum. Bu Ermeniler utanmaz adamlar, arsız adamlar, insan değil bunlar. Atatürk bile Lozan Konferansına katılan İsmet İnönü'ye, "...Lozan antlaşmasına Doğu Anadolu'da bir Ermeni devleti kurulması maddesinin dayatılması, Lozan konferansını terk etme sebebidir..." demiş. Sonuç olarak sıcağı sıcağına Lozan görüşmeleri esnasında bu konu nasıl görüşüldü ve ne karar alındı bilmiyorum ama, Doğu Anadolu'da bir Ermeni devletinin olduğunu hepimiz biliyoruz.
    Selam ve saygılarımla.

    YanıtlaSil
  3. Arzu Hanım adına teşekkür ederim. Ayrıca diğer, önemli katlılarınız için de ayrıca teşekkürler.

    YanıtlaSil